Telif Bildirimi ve Kitap Kaldırma İstekleri İçin
Leyla ya da Açgözlü Kızlar

Kategori: Edebiyat Yazar: Roger Vailland Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Leyla ya da Açgözlü Kızlar

Tanıtım Bülteni
Roger Vailland (1907-1965), bu "röportaj-roman"ında, Türkiye'de geçirdiği 1932 Temmuzunda "hareket halinde bir toprak üzerinde, yirmi yıl süren savaşlardan, yalnız politik değil gerçek toplumsal devrimlerden geçen bir ülkede" yaşanan eski-yeni çatışmasına, Doğulu bir ülkede Batılı bir toplum yaratma girişimlerinin ortaya çıkardığı sorunlara, abartmalara, uyumsuzluklara bakıyor. Bu izlenimler, alışılmış röportajlardan farklı olarak, özellikle abartılarak simge niteliği kazandırılmış bir genç kadın kahraman çevresinde ve roman kurgusu içinde sunuluyor. Vailland'ın bir Türk kızını "özgür genç kadın" ya da (bütün iç çelişkileri ile) özgür olmaya çalışan genç kız tipi olarak sunması da ilgi çekici: "Yeni insan"ın yaşlı Batı'da değil de genç Türkiye'de oluşacağını bekliyor sanki. Daha önce iki romanı (Yalnız Adam ve Kanun) Türkçeye çevrilmiş olan Vailland'ın bu röportaj-romanı, ilk kez (belki de) Türkçede kitaplaşıyor.
Kitap Adı Format Boyut Bağlantı
Leyla ya da Açgözlü Kızlar PDF 6.23 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar EPUB 6.96 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar MOBI 5.49 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar ODF 5.86 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar DJVU 7.32 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar RAR 4.76 MB İndir
Leyla ya da Açgözlü Kızlar ZIP 4.39 MB İndir

ALTERNATİF İNDİRME LİNKLERİ

Kitap Adı Format Boyut Bağlantı
Leyla ya da Açgözlü Kızlar PDF 6.23 MB İndir

Benzer Kitaplar




Kitap Yorumları - (1 Yorum)


İlginç bir konusu var. 1932’nin İstanbul’u, cumhuriyetin çocukluk yılları ve dönemin burjuva yaşantısı 25 yaşındaki Vailland’un araştırmasının çerçevesini oluşturuyor. O sıralarda pek de sevmediği gazetecilikle uğraşan yazar için yeni bir dünya bu; Batı’nın yerleşik bürokrasisine, yenilikten uzak yaşamına bir alternatif. Batılılaşma çabasındaki bir ülkenin fotoğrafları birkaç bölümde inceleniyor; mimarisinden insanına, hemen her açıdan. Çevirmen Feridun Aksın, ön sözde metnin röportajdan daha farklı bir şey, kurmacanın da işin içine girmesiyle ortaya çıkanın bir nevi novella olduğunu söylüyor. Anlatıcının kendini merkeze oturttuğu bir kısa roman bu, modernleşme çabalarının tam göbeğinde bir Türkiye manzarası. Leyla’yı ve neslini de unutmamak lazım tabii.

Peyami Safa, Sözde Kızlar’ı 1922’de tefrika ettiriyor, aradaki 10 yıllık zaman zarfında manzara pek değişmiyor. Safa’nın köksüzlüğe getirdiği eleştiriler Vailland’da da ortaya çıkıyor ve hanımların uçarılığı alaycı bir gözle değerlendiriliyor. Burjuvazinin tüketim toplumuna evrildiği noktada erdem de tüketiliyor, eleştirilen nokta bu. Aksın, Vailland’ın “özgür kadınlarını” ele aldığı bölümde Leyla’nın önemli bir yeri olduğunu, yazarın romanlarında bu portrenin taslaklıktan çıkıp karakter olarak yer aldığını söylüyor, pek bir malumatım yok.
Constantinople’a giden bir uçak, anlatıcıyla Leyla karşılaşırlar. Vailland, Parisli bir kız için Paris’i bırakmanın çok zor olacağını söyler, kızı Parisli sanır. Leyla Türk olduğunu söyler, babası Kemalist hükümetin hizmetinde bir mimardır, annesi Pera’nın en tanınmış modistidir. Kendisini anlatmaya başlar bu noktadan sonra, Sorbonne’da okuması için Fransa’ya gönderilir ama o avarelik eder. Gerçi sadece avarelik değil olayı, Arapça dahil olmak üzere bir dünya dil öğrenir. Çocukluğu da eğlenceli geçmiştir, Kandilli’de “Jean Cocteau’nun Müthiş Çocuklar’ına benzeyen arkadaşlarıyla” aylaklık eder. Aile işleri biraz karışık; Ichtar Bey nam biri babasıdır, devletin önemli bir kademesinde çalışmaktadır. Annesinin başka bir adamla ilişkisinden olan Leyla, Ichtar Bey’le annesinin boşanmalarından sonra adamın yanında yaşar ve üvey annesinin baskılarıyla evden uzaklaştırılır, Paris macerası böyle başlıyor. İlk cinsel deneyimi Ichtar Bey’in ressam bir arkadaşıyla, on üç yaşındayken. Sonra sevgilileri oluyor falan, onların maddi yardımlarıyla kitap almaya devam ediyor. “Klâsiklerden başka şeyler de okuyordum. Kısa zamanda sembolistlerin ve bizde bütün orospuların ezbere bildiği Baudelaire’in ötesine geçmiştim.” (s. 24) Hegel, Marx, Nietzsche, Bergson, Lenin, ardı arkası kesilmiyor. Kendini iyi yetiştirmiş bir kız Leyla, yaşamının tam olarak farkında olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara Vailland’a peçe takmamasıyla ilgili bir merakının olup olmadığını soruyor, alaylı bir biçimde. Eh, bugün bile deveye binip binmediğimiz soruluyor.

İstanbul’un sokakları… Galata ve Pera’da kadınlar çarşaf giymiyor, dolgun ve semizler. Haliç’te kara çarşaflı kadınlar, yangınların kül ettiği sokaklarda oturuyorlar. “Yıkıntı görmüş bir kente benziyor İstanbul, yıkılıp harap olmuş, sonra yıkıntılar kaldırılmadan, ellerine geçen en yakın malzemeler kullanılarak yarı yarıya yeniden kurulmuş bir kente.” (s. 29) Oryantalist kafa kendini belli belirsiz sezdiriyor. Neyse, bir de gece vakti çıkarılan rezaletler var. Mühendisi, avukatı falan mekanlarda eğlenip arıza çıkartıyorlar, silahlar patlıyor ve iktidarda tanıdıklar olduğu için yırtıyorlar, ballandıra ballandıra anlatıyorlar bu durumu.

Gece kulüplerindeki Macar ve Viyanalı kızlardan bahsediliyor, yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Adnan Saygun’un eşi piyanist Nilüfer Saygun da bir turne kapsamında ülkemize geliyor ve ünlü besteciyle tanışıp evleniyor. Sonrası bir gölge kadın hikâyesi, Gölgenin Kadınları’nda okunabilir.

Başka bir bölümde Boğaz kıyısında bir yalıda verilen davet var. Rengârenk bir ortam; Müslüman bir öğrenci sürgün bir Rus sarışınıyla resim üstüne konuşuyor, kimileri hükümetin müzik politikalarını eleştiriyor, Maurois’nın son romanı üzerine konuşuluyor falan. “Bu insanlar kuşkusuz pek zengin değillerdi, ama yaşamını sürdürme diye bir sorunları da yoktu herhalde. Kendilerini dostlar arasında hissediyorlardı. Buradaki hava bana, geçen yüzyıl sonlarında Fransa’nın taşralarındaki şatolarda geçen yaşamı anımsattı.” (s. 37) Aynı ortamda Leyla çalan müziğin etkisiyle kalçalarını kıvırmaya, oryantal yapmaya başlıyor. Vailland’un görüşü: “Oyunları son derece yalın ve özentisiz olan Türkler için böyle yalnızca göbeğin ve memelerin titreştiği ve yalnızca duyuları uyarmak için yapılan bu Suriye dansından daha utanç verici bir şey olamazdı. Öte yandan fokstrot ve tangodan başka dans yapmayan Türkler içinse daha büyük bir skandaldı bu.” (s. 38) İlginç. Leyla dansını bitirdikten sonra kalabalığa bakıp hepsinden iğrendiğini, Mustafa Kemal’in bunların hepsini asmadığı için hata yaptığını söylüyor. Bu daha da ilginç.
Semiha Ahmed de önemli bir figür. Kendisini yetiştirmesine yetiştirmiş ama kanını emeceği bir sülük arıyor, bütün enerjisini buna ayırmış. Vailland, Semiha’yla Leyla’yı ayrı kefelere koyuyor. Leyla daha zeki ve bilgili. Latife Hanım’a benzetiyor. Latife Hanım hakkında: “İki yıl boyunca Latife Hanım önemli bir rol oynuyor. Modern reformların, özellikle de kadın haklarına ilişkin olanların yaşama geçirilmesinde büyük katkıları bulunuyor. Ama Leyla gibi o da doymayan bir genç kadındır. Galip Kumandan üzerindeki otoritesine ortak kabul etmiyor. Metreslerini kovuyor, içki mahzenini kilitliyor. Yeni yasaların oluşturulmasında aşırı bir tutkuyla müdahalede bulunuyor. Hoşuna gitmeyen çalışma arkadaşlarını uzaklaştırıyor. Tehlikeli düşmanlar ediniyor.” (s. 72) Vailland’a anlatılanlar bunlar.

Türk kahveleri, Yahya Kemal’in dizeleriyle şaşırtıcı bir şekilde benzerlik taşıyan Üsküdar izlenimi, Galata Köprüsü’nden sadece ayak takımının geçmesi, kaymak tabakanın kayıklara binmesi… Müthiş bir panorama!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

*

*