Gözlere sahip olmak, görmek demektir ama aynı zamanda sadece görmek demektir. Görüşün bir erimi, kısıtlı bir alanı vardır. Ufkun ötesinde görünmeyen şeyler vardır. Sonuç olarak, göz sadece bir görme aracı değil aynı zamanda görmeye bir engeldir de... Ölüm için de aynı şey geçerli. Ölüm, sadece yaşamayı engellemekle, hayatı sınırlamakla ve günün birinde onu kısa kesmekle kalmaz, aynı zamanda insanın ölüm olmaksızın bir insan olamayacağını, büyük hayatlar yaratanın, onlara bu şevki, heyecan ve gücü verenin ölümün bu gizli varlığı olduğunu da anlarız. Bu durumda denilebilir ki ölmeyen, yaşamaz da. Ben yine de neysem/kimsem o olmayı tercih ederim, birkaç on yıla mahkum, ama nihayetinde yaşamış olmayı...Gizem ve sırrı birbirinden ayırmak gerekir. Ölümün bir gizemi var, ama bu gizemin özelliği, atom bombasının, felsefe taşının, Stradivarius kemanlarının vs. bir sırrının olması türünden bir sır olmamasıdır. İnsanlar bu tip sırlara pek tutkundurlar. Fakat kimse ölümün sırrına sahip değil. Bir sır yok. Bu bir sır değil ve işte ölüm bu bakımdan bir gizemdir. Yani bu masumiyet gizemi gibi apaçık, gün gibi ortada bir gizemdir. Saydamlık içinde, bizzat varoluş olgusu içinde var olan bir gizemdir. En gizemli olanın gecenin zifiri karanlığı, değil öğle vaktinin aydınlığı olduğu söylenir mesela, o vakitte her şey kendi apaçıklığı içinde sergilenir, bizzat şeylerin var olması olgusu örtüsünden soyunarak çıplak kalır. Orada oldukları gerçeği, sır düşüncesini uyandıran geceden daha gizemlidir. Bir sır keşfedilir, bir gizem kendini açığa vurur ama onu keşfetmek mümkün değildir.
Ölümü sezeriz, bildiğimiz her şeyin ortadan kaybolacağı o anı, durumu veya olayı. İnsanın kontrolünün dışındadır, kimi bundan korkar. Onca birikimi bir anda yok eder; anlamlandırılamayanları, düşünceleri, duyguları toza çevirir. Kiminin korkusu toza dönüşmektir. Yarım kalacaktır insan, yaşanacak çok şey varken biri fişi çeker ve aydınlık, karanlık, cennet, başka bir yaşam, her neyse o, her şey haline gelir. Zeigarnik etkisi insanın baş belasıdır, ölürken bile kurtuluş yok mu bundan? Ölüm tam olarak budur işte. Başka bir şeyin başlangıcı olması değildir, bilinenlerin sonu olduğunun verdiği dehşetin ötesine geçemez insan. Kaybedeceği çok şey vardır. Kaybetmekten korkmayanlar, kaybedecek çok şeyi olmayanlar ölümü metanetle beklerler, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Bir sabah uyanmayacakmış gibi. Dingin adamlardır, parıldadıklarını görürsünüz. Neyse, ölüm.
Söyleşilerden oluşuyor. “O öyle sordu, Jan böyle dedi” diye can çekişmeyeceğim, direkt Jan olup yazacağım. Kitaplardan anlamama kimliğim saklıdır.
Ölüm hakkında felsefe yapılabilir, aslında her şey hakkında felsefe yapılabilir. Felsefe o kadar da faydalı olmayan şeyler yapmaktır. Ölüm, ölümün karşılanma biçimi bunlardan bazılarıdır. Ölüm, kendi türünde biricik bir kişisel trajedidir. Herkes kendi ölümünü kendi yaşayacaktır. Ebeveynlerimizin ölümü bizim için trajedirir. İki açıdan; birincisinde yoksunluk vardır, ikincisinde biyolojik duvar ortadan kalkar. Onlardan sonra sırada biz varız. Hoş bir duygu değil.
Doğum ve ölüm simetrik değildirler. Simetri uzamsaldır. zamansal değildir. Geçmiş ve gelecek, şimdiki zamanın iki ucu değildir. Süregiden bir şimdiki zaman vardır. Geçmiş burada erir, gelecek buradan başlar. Augustinusçu bu zaman, Tanrı’nın zamanıdır. Zamanı bu şekilde algılamak, ölümü şimdi yaşamaktır. Hayatı da öyle. İkisini birbirinin içine geçiririz ve nur topu gibi bir kafa rahatlığına kavuşuruz. Evet.
Ölüm yaşamı kısıtlar mı? Bergson’a başvuruyorum ve gözün hem görmemizi sağlayan, hem de görmemizi kısıtlayan bir organ olduğu fikrini alıyorum. Gözümüz kadar görürüz. Legolas bizimle dalga geçebilir, Tanrı Legolas’la dalga geçebilir. Aklıma çok güzel bir şiir geldi, yapıştırıyorum.
“A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern.”
Christian Morgenstern
Diyorum ki ölüm için de bu geçerlidir, hayatı kısıtlayan ama çekici, heyecanlı kılan bir mevzudur. Varoluşun temel duygulanımı ve oluşun geri döndürülemezliği ölüme yaklaşmaktır. Hayatın kısıtlılığı giderek öteleniyor, insan ömrü uzuyor ama bu ikisinin ağırlığı her zaman yorucudur. Biyolojik olarak yaşlanmanın yanında metafizik yaşlanma da vardır, yorucu olan budur. Var oluşunun bilincine varan insanın taşıması gereken en ağır yüktür. Bu yük geçici olarak hafifletilebilir; tıp, dini inanç vs. unutturur sonu. Korunma isteğidir bu, insan öleceğini bilir ama buna inanmaz. Ölene kadar.
Çilecilik, ölümü öğrenmek için faydalı bir şey değildir. Ölüm öğrenilebilir değildir, “Bu yüzden, deneyimlerin de gösterdiği gibi en fazla çalışmış olanlar hep en çaresizlerdir ve en az çaresiz olanlar ise ölümü asla düşünmemiş olanlardır.” (s. 29) Ölümü düşünen varlık bir paradokstur, o hem bir fikir üretir, hem de yok olur. Düşüncelerin ölümsüz olması bir yana, bir düşünene de ihtiyaçları vardır. Pisagor, teoremini üreterek onu biçimlendirmiş, ona ad vermiş oldu ama doğa kurallarının varlığı bundan bağımsızdır, sadece ortaya çıkarılmaları gerekir. Bu kurallar sır halinde bekler, ölümse gizemdir. Çözülecek, ortaya çıkarılacak bir durum içinde değildir. Kimse ölümün ne olduğunu ölmeden bilemez. Ölümsüzlük istenci -bu noktaya varılır, ölmek dışında bir yol olmaksızın kimsenin ölümle ilgili bir bilgiye erişmek istediğini sanmıyorum- ve yaşama şevki bir araya gelemez, insan ölçeğinden öte bir toplamadır bu.
İkinci söyleşi en kısa olanı ama beni en çok rahatsız edeni. Kafamı kurcaladı. Ölümün din açısından yorumlanması üzerine.
Felsefeyle dinin etkileşimi sonucu melez inanışlar, ussal dinler belirmiş ve öte dünya sembolleştirilmiştir. İnançlı biri için öte dünya varoluşsal bir değere sahiptir, dolayısıyla bu sembolleştirmeler bir dine mensup olanların açlığını ve susuzluğunu dindirmez.
Son olarak, inançlı veya inançsız, insanlar bahis tutuyor. İnançlıların ölüme ciddiyetsiz bir anlam katma tehlikesinin yanında benim inançsızlığım da ölümden hiçbir şey götürmüyor, ölüme hiçbir şey vermiyor. Ölüme inanmıyorum, öleceğimi biliyorum ve ölümü düşündükçe ölümün dışındayım. Bir su damlası beni boğabilir, evrene karşı güçsüzüm ama varlığımın-ölümün farkındayım, bu farkındalık beni ölümün dışında tutar, beni evrene karşı güçlü-haklı kılar, kılabilir.
Bir söyleşi de ötanaziyle ilgili, onu da siz okuyun. Allah Allah.
Ölüme kafa yoranlar, yormayanlar, edinin bir tane bundan.
ölümü düşünmek ölüm üzerine düşünmek, düşünmekten pek hazzetmediğimiz bir konuda önemli filozofların görüşlerinin olduğu bir kitap. Bir an önce çıksa da alsak
Kitap Yorumları - (3 Yorum)
Ölümü sezeriz, bildiğimiz her şeyin ortadan kaybolacağı o anı, durumu veya olayı. İnsanın kontrolünün dışındadır, kimi bundan korkar. Onca birikimi bir anda yok eder; anlamlandırılamayanları, düşünceleri, duyguları toza çevirir. Kiminin korkusu toza dönüşmektir. Yarım kalacaktır insan, yaşanacak çok şey varken biri fişi çeker ve aydınlık, karanlık, cennet, başka bir yaşam, her neyse o, her şey haline gelir. Zeigarnik etkisi insanın baş belasıdır, ölürken bile kurtuluş yok mu bundan? Ölüm tam olarak budur işte. Başka bir şeyin başlangıcı olması değildir, bilinenlerin sonu olduğunun verdiği dehşetin ötesine geçemez insan. Kaybedeceği çok şey vardır. Kaybetmekten korkmayanlar, kaybedecek çok şeyi olmayanlar ölümü metanetle beklerler, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Bir sabah uyanmayacakmış gibi. Dingin adamlardır, parıldadıklarını görürsünüz. Neyse, ölüm.
Söyleşilerden oluşuyor. “O öyle sordu, Jan böyle dedi” diye can çekişmeyeceğim, direkt Jan olup yazacağım. Kitaplardan anlamama kimliğim saklıdır.
Ölüm hakkında felsefe yapılabilir, aslında her şey hakkında felsefe yapılabilir. Felsefe o kadar da faydalı olmayan şeyler yapmaktır. Ölüm, ölümün karşılanma biçimi bunlardan bazılarıdır. Ölüm, kendi türünde biricik bir kişisel trajedidir. Herkes kendi ölümünü kendi yaşayacaktır. Ebeveynlerimizin ölümü bizim için trajedirir. İki açıdan; birincisinde yoksunluk vardır, ikincisinde biyolojik duvar ortadan kalkar. Onlardan sonra sırada biz varız. Hoş bir duygu değil.
Doğum ve ölüm simetrik değildirler. Simetri uzamsaldır. zamansal değildir. Geçmiş ve gelecek, şimdiki zamanın iki ucu değildir. Süregiden bir şimdiki zaman vardır. Geçmiş burada erir, gelecek buradan başlar. Augustinusçu bu zaman, Tanrı’nın zamanıdır. Zamanı bu şekilde algılamak, ölümü şimdi yaşamaktır. Hayatı da öyle. İkisini birbirinin içine geçiririz ve nur topu gibi bir kafa rahatlığına kavuşuruz. Evet.
Ölüm yaşamı kısıtlar mı? Bergson’a başvuruyorum ve gözün hem görmemizi sağlayan, hem de görmemizi kısıtlayan bir organ olduğu fikrini alıyorum. Gözümüz kadar görürüz. Legolas bizimle dalga geçebilir, Tanrı Legolas’la dalga geçebilir. Aklıma çok güzel bir şiir geldi, yapıştırıyorum.
“A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern.”
Christian Morgenstern
Diyorum ki ölüm için de bu geçerlidir, hayatı kısıtlayan ama çekici, heyecanlı kılan bir mevzudur. Varoluşun temel duygulanımı ve oluşun geri döndürülemezliği ölüme yaklaşmaktır. Hayatın kısıtlılığı giderek öteleniyor, insan ömrü uzuyor ama bu ikisinin ağırlığı her zaman yorucudur. Biyolojik olarak yaşlanmanın yanında metafizik yaşlanma da vardır, yorucu olan budur. Var oluşunun bilincine varan insanın taşıması gereken en ağır yüktür. Bu yük geçici olarak hafifletilebilir; tıp, dini inanç vs. unutturur sonu. Korunma isteğidir bu, insan öleceğini bilir ama buna inanmaz. Ölene kadar.
Çilecilik, ölümü öğrenmek için faydalı bir şey değildir. Ölüm öğrenilebilir değildir, “Bu yüzden, deneyimlerin de gösterdiği gibi en fazla çalışmış olanlar hep en çaresizlerdir ve en az çaresiz olanlar ise ölümü asla düşünmemiş olanlardır.” (s. 29) Ölümü düşünen varlık bir paradokstur, o hem bir fikir üretir, hem de yok olur. Düşüncelerin ölümsüz olması bir yana, bir düşünene de ihtiyaçları vardır. Pisagor, teoremini üreterek onu biçimlendirmiş, ona ad vermiş oldu ama doğa kurallarının varlığı bundan bağımsızdır, sadece ortaya çıkarılmaları gerekir. Bu kurallar sır halinde bekler, ölümse gizemdir. Çözülecek, ortaya çıkarılacak bir durum içinde değildir. Kimse ölümün ne olduğunu ölmeden bilemez. Ölümsüzlük istenci -bu noktaya varılır, ölmek dışında bir yol olmaksızın kimsenin ölümle ilgili bir bilgiye erişmek istediğini sanmıyorum- ve yaşama şevki bir araya gelemez, insan ölçeğinden öte bir toplamadır bu.
İkinci söyleşi en kısa olanı ama beni en çok rahatsız edeni. Kafamı kurcaladı. Ölümün din açısından yorumlanması üzerine.
Felsefeyle dinin etkileşimi sonucu melez inanışlar, ussal dinler belirmiş ve öte dünya sembolleştirilmiştir. İnançlı biri için öte dünya varoluşsal bir değere sahiptir, dolayısıyla bu sembolleştirmeler bir dine mensup olanların açlığını ve susuzluğunu dindirmez.
Son olarak, inançlı veya inançsız, insanlar bahis tutuyor. İnançlıların ölüme ciddiyetsiz bir anlam katma tehlikesinin yanında benim inançsızlığım da ölümden hiçbir şey götürmüyor, ölüme hiçbir şey vermiyor. Ölüme inanmıyorum, öleceğimi biliyorum ve ölümü düşündükçe ölümün dışındayım. Bir su damlası beni boğabilir, evrene karşı güçsüzüm ama varlığımın-ölümün farkındayım, bu farkındalık beni ölümün dışında tutar, beni evrene karşı güçlü-haklı kılar, kılabilir.
Bir söyleşi de ötanaziyle ilgili, onu da siz okuyun. Allah Allah.
Ölüme kafa yoranlar, yormayanlar, edinin bir tane bundan.
ölümü düşünmek ölüm üzerine düşünmek, düşünmekten pek hazzetmediğimiz bir konuda önemli filozofların görüşlerinin olduğu bir kitap. Bir an önce çıksa da alsak
Modern dönemde ölümü düşünmek hiç de kolay değil.