Bunaltı

Kategori: Edebiyat Yazar: Demir Özlü Yayınevi: Sel Yayıncılık

Bunaltı

Tanıtım Bülteni
Kitap Adı Format Boyut Bağlantı
Bunaltı PDF 6.23 MB İndir
Bunaltı EPUB 6.96 MB İndir
Bunaltı MOBİ 5.49 MB İndir
Bunaltı ODF 5.86 MB İndir
Bunaltı DJVU 7.32 MB İndir
Bunaltı RAR 4.76 MB İndir
Bunaltı ZIP 4.39 MB İndir

Sponsorlu Kitaplar

Satıcı Kitap Adı Bağlantı
BKM Kitap Sessizlik Artık Sensizlik Satın Al
Kitapyurdu Yüreğin Yorgunluk Görmesin Satın Al

Kitap Yorumları - (2 Yorum)


YKY de Demir Özlü’nün bütün öykülerini içeren bir kitap çıkardı: Sürgün Küçük Bulutlar. Fakat bütün öyküleri de yok zannediyorum, bakacağım işte. Kronolojik olarak okuyorum, Bunaltı ilk kitap.
Bağsız: İlk öyküde Türk Raskolnikov var. Bir kadını öldürmüş bizim genç. Dediğine gel: “Özümden, beni bedbaht eden özümden hiç ayrılamıyacak mıyım? İnsan hiç ayrılamaz mı?” (s. 560)

Ya kitap 20’li yaşların derin izlerini taşıdığı için böyle cümlelerle çok karşılaşacağız, ben de hepsini alacağım. Evet.

Kadın… Demir Özlü’nün kadınlarını niye Turgut Uyar’ın kadınlarına benzetirim ben? Turgut Uyar’ın kentten kurtaramayan kadınlarına daha doğrusu. Yolları kurtuluştan geçmez, bu yüzden belki. Kadınlar varoluş acısını silmez, kadınlar şehrin neon lambalarından kurtarmaz. Bu sebeple sanıyorum. Onlara bakış basittir, çünkü acı vardır kökte. Bir makalede İkinci Yeni’ye hiçbir türün yakın olamadığı, bir tek öykünün yakın olabildiği yazıyordu. Hangi makale, neydir, hatırlamıyorum. Ama öyle.

“‘Seni seviyorum.’
‘Neden?’
‘Kadınsın?'” (s. 570)

Bu kadar. Ardından burjuvaziye bir giydiriş, bir iç hesaplaşma da gelsin tabii. Kopuk aile bağları, ülkenin kokuşmuşluğu… Bir dünya acı sebebi. O kadar her şeyden geçmiştir ki adam, kadının birine işlediği cinayeti söyler, üstelik kendisinin nerede olacağını da söyler: havaalanı. Gider bu, oturur. Üç defa anons yapılır, kıçını kaldırıp da uçağa gitmez, uçar kalkar, çıkış kapısına doğru yürür adamımız. Kafalara gel.

Tiyatro: Neydi bu ya, he, bir gencimiz var, tiyatroya gidiyor. “Tiyatroya mı gidiyorsun?” diye soruyorlar, “Tiyatroya gidiyorum” diyor. Tiyatroya gidiyor yani, anlaşıldı mı burası. Tiyatro. Heh. Bir tanıdığıyla karşılaşıyor orada, tanıdık araba tamircisi gibi bir şey. uyumak için tiyatroya geliyor. Bizimkine içerisi soğuk değil kardeş, kırmızı ışıklar var diyor. İnanamıyor bizim genç, insanlara karşı duyduğu yabancılıktan bahsediyor. Sonra eve dönüyor, ertesi gün yine tiyatronun girişine gidiyor. Böyle.

Garaj: İlginç, güzel bir öykü. Rüstem Usta pamuk gibi bir adamdır, araba tamircisidir. Bir araba geliyor bir gün, 182 parça halinde. Yemek takımı gibi. Birleştiriyor bizimki, 40 Lira fatura çıkarıyor. Harcanan emek için az. “20 var bende” diyor adam, veriyor ve gidiyor. Adamın işsiz olduğunu biliyor usta, o yüzden vicdan azabı çekiyor parayı aldığı için. Parçalanmış araba gibi bundan sonrası da ilginç.

“Bir sürü insan toplandı deniz kenarına. Köylüler sabanlarıyla, sapan demirleriyle geldiler. Kadınlar başları sarılı, çocuklar yalınayak geldi. Hep birden:

‘Rüstem usta o para hakkındı’ dediler.
‘Yalan söylemeyin’ diye bağırdı Rüstem usta. ‘Sevineyim diye söylemeyin. O parayı almıyacaktım.’
‘Valla yalan değil’ dediler.” (s. 588)

Daha sonra söğütler, kestaneler, kayınlar, akkavaklar geliyor, aynı şeyleri söylüyor. Taşlar, evler yerlerinden sökülüyor, aynı şey. Denizlerden yankılanıyor sesler, denizler söylüyor. Bir şey söylemiyor Rüstem usta bu sefer. Heh, gel de buradan yak. Şimdi bunu büyülü gerçekçiliğe mi bağlayalım, şehir karşısında, yani yaşam karşısında bireyin zorunluluklarının vicdanla çatışmasından mı bahsedelim, ne edelim bilemedim.

Beş bölümden oluşan öykünün her bölümünde ayrı bir sahneye geçiyoruz, dizi gibi yemin olsun. Süper.

Sokakta: Birtakım şeyler: oda, sokak, bunaltı.

Hüküm: Yine bir cinayet var, adamımız sorgulanıyor. Mahkeme fena gerçeküstücü ama. Olayın yaşanmadığına, her şeyin bir oyun olabileceğine inanıyor. Gerçekliğe inanmıyor yani. Böyle.

Sokak: Yine sokaktayız, Beyoğlu tarafları. Şimdi Demir Özlü’nün evi yanlış hatırlamıyorsam Fatih taraflarında o zamanlar. Lise için Kabataş’a gidiyor, üniversite için Beyazıt’a gidiyor ama Beyoğlu’ndan kopmuyor. Lebon, Tarlabaşı, Demir Özlü’yü öyküleri boyunca buralarda görürüz.

“‘Duvarlar’ diyorum.
‘Duvarlar’ diyorlar.
‘Uzaktasın.’
‘Sokak.’
Kimseler anlamadı.” (s. 607)

Hiç şaşırmadım dsfd. Böyle bir öykü.

Bunaltı: Heh, bence asıl metne geldik. Masaya oturup bir şeyler yazma dürtüsü, hatta içgüdüsü var Demir Özlü’de.

“Hâlâ, bu tutkular içinde, niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi? Kendimi kurtarmak için hepsini anlatmalıyım.” (s. 611)

Ayhan var, varoluş acısına ortak. Eşcinsel bir ilişki var ortada galiba, emin değilim. Ayhan ailesine, töreler dünyasına dönüyor. Adamımız kalıyor öylece.

“Kendimi kendim kuracağım, inançsızlığın, boşluğun ortasında olsam da, geçmiş bir inanca sarılmadan.” (s. 614)

Yine çeşitli bunaltılar, evler, sokaklar var ama daha bir -nasıl diyeyim- temeli belli bir metin bu, yazarı sürüklediği en belirgin şekilde ortada olan metinlerden. Bazen ne kadar plan yaparsak yapalım bir noktadan sonra metinler yazarı sürüklüyor, metinler yazarı yazara tanıtıyor. Bu da öyle olmuş sanırım. Hatta Demir Özlü 28 yıl sonra kaleme aldığı bir yazıda diğer öyküleri bilemeyeceğini, fakat Bunaltı’yı o gün tekrar yazsa yine aynı şekilde yazacağını söylüyor. En “Demir Özlü” olan öykü bu kitaptaki.

Bunaltı böyle. 1950’lerin sonlarından hassas bir gencin öyküleri. Bu genç nasıl büyüdü, neler oldu falan, adım adım göreceğiz.


Kafkavari bunaltıcı ve yoğun pasajların olduğu bir kitap. Ayrıca önsözü gerçekten Türk edebiyatındın 50 kuşağındaki yazarlarının neden bu denli başarılı olduğuna dair başarılı bir özet.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

*

*